The Circle: Ya Dışındasındır Çemberin Ya Da İçinde Yer Alacaksın

Netflix, dizileri ve iddialı filmleri kadar reality programlarıyla da izleyicilerine alternatif sunuyor malumunuz. Geçtiğimiz haftayı The Circle’ın (Çember) çemberinin içinde geçirdim. Seyirciyi adeta hipnotize eden yeni nesil bir BBG, Big Brothers formatı kendisi. Bilmeyenler için farkından ve bu farkın neden cezbedici olduğundan başlayalım dilerseniz.

Netflix The Circle Konusu

Program toplam 12 bölüm, birbirini tanımayan ve hiç görmeyen 8 kişinin bir apartmanın farklı dairelerine yerleşmesi ile başlıyor. Her ev, kameralar ve ekranlarla dolu. Kameralardan yarışmacılar izlenirken, ekran aracılığıyla da “The Circle” yarışmacılara mesaj iletiyor. Yarışmacıların her birinin “The Circle” adı verilen sistemde bir profili var ve birbirlerinin profillerini görerek mesajlaşabiliyorlar. Profilleri oylayarak fenomen oluyor ve birini çemberin dışına atıyor yani eliyorlar. Yarışmanın amacı elemelerden sağ çıkarak yarışma sonunda diğer yarışmacılardan en yüksek puanı almak, fenomen (influencer) olmak. The Circle bildiğiniz sosyal ağ… Fotoğraf paylaşıyor, ileti yazıyor, video yükleyebiliyorlar. Yarışmacıların gizli hedefi ise içlerindeki sahtekarları elemek ve gerçek profillerle, dürüstçe yarışı tamamlamak. Yarışmanın hediyesi 100.000 doları da unutmamak lazım tabii.

Netflix The Circle Konusu

Programı Çekici Kılan “Reality” Show Olması

Programın sırrı şurada, yarışmacılar profillerinde kendileri olmak zorunda değil. Yani rol yapabilirsiniz. Başkalarının fotoğrafları, sözleri ile fenomen olmak için çalışabilirsiniz. Birinden hoşlanmasanız da onunla flört ederek puan garantileyebilir, erkekken kadın rolü yaparak erkekleri tavlamaya çalışabilir veya kiloluyken manken gibi davranabilirsiniz. Yarışmacılar da öyle yaptı. Catfish yani fake hesaplar da gerçek profiller kadar çoktu. Yarışma herkesin sosyal medyada mutluluk şovu yaptığı, filtrelerle, photoshop uygulamaları ile başka birine dönüştüğü sanal dünyanın “gerçekliğini” ekrana getiriyordu. İşte onu farklı kılan ilk nokta bu…

Bir diğeri, yarışmacıların sosyal medya ağında popüler olmak için denedikleri her şeyin, düşüncelerinin hepimizin aklındakileri açığa çıkarmasıydı. Kilolu bir kadının güzel olmadığı fikri ile zayıf fotoğraflar kullanması ve sırrı ortaya çıktığında herkesin onu sahiplenmesi tüm izleyiciler için de karşılık bulan bir duyguya parmak bastı. Kim zayıf görünmek istemez ki? Hayatı dramla dolu, ailesi paramparça bir kadının seksi pozlarla oluşturduğu mutlu profilin altındaki gözyaşları ekrana geldiğinde herkes hüzünlendi, kim mutlu rolü yapmadı ki?

Bir diğer zekice yapılan hamle, neredeyse tüm kurgu anlatılarda başvurulan bir izleyici tavlama taktiği. İzleyen ile paylaşılan sır, onunla yaşayan, kendini bu gizeme ortak hisseden seyirci ve sonunda patlayan bombalar var. Örneğin bir yarışmacı erkekken, kadın profili ile diğerleriyle sohbet ediyor diyelim. Yaptığı, söylediği her şey yalan ve başka biri elendi. Elenen kişinin istediği herhangi biri ile yüz yüze tanışma fırsatı oluyor. Yani her elemenin ardından bütün fake profil sahipleri diken üstünde kapılarının çalınmasını bekliyor. Her an elenen kişi gelip onların yalanını öğrenebilir ve yüzleşebilir. Oldu da, fake profil ile kendini yakışıklı gösteren oldukça sıradan tipte ve evli bir yarışmacı, The Circle’da sürekli flört ettiği kadın ile görüşmeye gitti. Asıl bomba şu ki, kadın diye görüştüğü profil de aslında erkekti ve tahmin edebileceğiniz gibi karşılaşmada iki taraf da büyük şok yaşadı. Tabii izleyici de… Elbette catfish yani sahte profillerden finale kadar kalmayı, yakalanmamayı başaran biri de oldu. Yani bu heyecan yarışmanın sonuna kadar sürdü. Finalde herkes birbiri ile yüz yüze tanıştığında, izleyici de heyecandan yerinde duramadı.

Reality mi Show mu?

Flört ve manipülasyonla, kurulan tuzaklar ve ittifaklarla herkesin oy kapma yarışında olduğu programda elbette “gerçek?” aşk da vardı. The Circle üzerinden sürekli mesajlaşan ve birbirlerine aile acılarını bile anlatan bir çiftin eleme günü, birbirlerini ilk kez canlı gördüğünde ve ayrılmak zorunda olduğunda tutkuyla birbirlerini öpmesi programdaki sanal dünyanın gerçek olduğunu ispat etmek istercesine yerleştirilmişti.

Bu gerçeklik ispatı programın formatının temelinde zaten. İzlediğiniz her yarışmacının ikiyüzlülüğünü bariz görüyor ve “nasıl kandırıyor” diye haz alıyorsunuz izlerken. Tuhaf bir katarsis ile sanal gerçekliğin kendi içindeki “gerçeküstü gerçekliğine” inanıyorsunuz. Reality Show furyasının günümüzün en büyük soru işaretine parmak bastığı formatın bu kadar tutmasının da sebebi bu.

Güzellik standartlarının, flört kaidelerinin, ideal hayat ve mutluluk algısının, sosyal medyanın sahteliğinin net bir dışavurumu program. Aslına bakarsanız baştan sonra izleyicinin ikiyüzlülüğüne tutulan dev bir ayna, belki de “Black Mirror” demeliyim. O ayna izleyiciye temelde net bir soru yöneltiyor “sen gerçek misin?” Yanıtınız evet olabilir, peşinden alt metinlerde gizli olan ikinci bir soru geliyor “Sanal bir dünyada ne kadar “gerçek” olabilirsin?” Çemberin dışında mısın, yoksa içinde mi? Meşhur şarkının dediği gibi “Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın. Kendin içindeyken kafan dışındaysa, çaresi yok kardeşim… Her akşam böyle içip, kederlenip mutsuz olacaksın.”

Siz de bu yeni nesil reality show’u Netflix’te izleyebilirsiniz. Yeniden hatırlatayım adı The Circle. İngiliz versiyonunu ise Youtube’da bulabilirsiniz. İyi seyirler.

 

Yazı Şubat 2020’de Cine Dergi için yazılmıştır.

 

Artık Bizim de Bir Breaking Bad’imiz Var: Babil

Babil dizisi önce cast’ı, sonra hikayesi ile ilgi uyandırdı, yayın günü de binlerce izleyiciyi ekrana kilitledi. Alışık olduğumuz pek çok kodu yeniden işlerken, yerli dizilerde alışkın olmadığımız bazı vurgularla da fark yaratıyordu. İzlerken “tam bir AB dizisi” yorumlarımıza mazhar olan Babil, şaşırtmadı. İlk bölümü ile AB ve ABC1 gruplarında reyting listelerinde birincilik tahtını aldı. Sosyal medyada da tabiri caizse yer yerinden oynadı. La Casa de Papel’in ülkemizde çok izlenmiş olmasının nedeni neyse, Breaking Bad neden bir neslin hayata bakışını derinden etkilemişse Babil’de o nedenle yayınlandığı anlarda Trend Topic oldu. Gelin biraz daha yakından bakalım.

Sıradan İnsanların Devrimi

Güçlü, her zorluğun üstesinden gelen, yakışıklı, seksi ve asla yenilmeyen kahramanlar ekranda yerini “normal” karakterlere bırakıyor. Düzene, düzenin getirdiklerine ve toplumsal normlara karşı meşru bir gerekçe ile başkaldıran ve bir antikahramana dönüşen karakterler, izleyiciye “senin gibiyim” derken bir yandan da cesareti ile “senden farklıyım” mesajı veriyor. Kaçan fırsatlar, pişmanlıklar, ahlaklı ve doğru yolda olmanın yorgunluğu ile İrfan’ın karşısına dikiliveriyor. Sıradan insanların sıradan hayatlarının duvarlarını yıkmasını anlatan dizi, politik alt metniyle de ilgi çekiyor. Kararlar ile bir gecede mesleğini, parasını, ulaşım özgürlüğünü kaybedenler. Devalüasyon kelimesine aşina olanlar, enflasyon canavarı ile verdiği savaşta yenik düşenler İrfan’ın hikayesinde kendini buluyor. Bu da ülkenin yarısından fazlası demek. Her ailede bir iflas geçmişinin, yokluk hikayesinin ve dolandırılma macerasının bulunduğu ülkemizde, tam da ekonomik dar boğazın içinde olunan bu günlerde, tek gecede hayatı değişen İrfan’ı anlamamız zor değil. Herkesin nasıl para yetiştireceğini, nereden para bulacağını, ay sonunu nasıl getireceğini düşündüğü günümüzde, kötü yollara girmeye cesaret bulamayan sıradan insanlar için İrfan’ın savaşı izlemeye değer. Zira o başarırsa onun gibilerin zafer bayrağını asacak. Düzgün insanlardan kalan o son nefer hızla çamura bulanırken, kötü şeyler yapan herkes kötü mü olur onu sorgulatacak.

Beyazyakalının Kravatlı İsyanları

Bataklıkta attığı her adımda vicdan azabıyla yol alacak olan İrfan, kırılmaları, doğru yoldan çıkışı ile Breaking Bad’in yol arkadaşı. Walter White’ın kimya öğretmeninden uyuşturucu baronuna dönüşmesi nasıl hem bir başarı hem de kaybediş hikayesiyse belli ki İrfan’ınki de öyle olacak. İzleyici kendine şu soruyu soracak: “Ben olsam ne yapardım?” Çocuğu için yıllar önce “ahlaksız teklif”i kabul eden Binbir Gece’deki Şehrazat gibi, İrfan’ın hikayesi de aslında bir ahlak muhakemesi. Ahlaksızlık hangisi; paranın dürüstlük yoksunu işlerle, kişilerce ancak elde edilebilmesi mi, yoksa bu düzeni kabul edip dürüst ve sessiz kalınması mı? Ahlaksızlık hangisi? Asıl sorun dürüst bir adamın suça bulaşması mı, yoksa dürüst olan çoğunluğun elini kirletmekten çekindiği için bu adaletsizliğin de sürüp gitmesi mi?

İrfan’ın Sosyal Anatomisi

Breaking Bad’in Amerika’da yarattığı en büyük tartışma suçun kimliği üzerineydi. Beyaz, orta sınıf, eğitimli bir aile babasının suç baronu haline gelmesinin mümkünlüğü üzerine yüzlerce makale bulabilirsiniz ve elbette neden sıradan insanların bu diziden aldıkları haz ile yetindikleri üzerine de… Sonunda izleyici analizleri gelip şuna dayanıyordu, Walter White bir baron olduğunda, zenginleştiğinde, güçlendiğinde de mutlu olmadı ki… Breaking Bad bize şunu sordu, aynı Babil’in de soracağı gibi güç elimizde, yapabiliriz. Hepimizin elleri çamura bulaşabilir, peki buna değer mi? Biz de kötü olabiliriz, peki olmalı mıyız? Kötülüğün her zaman arka sokaklarda olmadığını, yan dairemizde, sokağımızda, o çok katlı plazalarımızda yuvalandığını hatırlatan, hatta kendi bedenimizde taşıdığımızı anımsatan bir güç hikayesi. Sınanmadığı günahın masumluğu ile övünen beyazyakalının isyanının da kravatlı ama afili olacağının delili… Elbette kravatın ve takım elbisenin hırsızlığın günahını örtmeye yetmediğinin de delili. Babil’de İrfan Saygun karakterinin anatomisini biraz incelemek istiyorum. Hırsız denildiğinde akla ilk gelen tipten ne kadar uzak olduğunu… İstanbul’da, suçun başkentinde yaşamıyor. Kocaeli’de sıradan biri. Bekar bir suç makinesi değil, evli ve çocuk sahibi, sicili temiz. Eğitimsiz değil, Darüşafaka lisesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi mezunu, Boğaziçi’nde master yapmış, doktora için yurt dışına gitmiş bir ekonomi hocası. Ahlaksız değil, aksine doğru yolculuğu ile ünlü. Suçun atfedilmeye çalışılacağı bir memleketi de yok, çocukluğu şehir şehir gezerek geçmiş. Kendini Türkiyeli olarak tanımlıyor. Sokaktaki 10 kişiyi çevirip bu adamı anlatsak, 10 tanesi de çocuğunu bile emanet eder. Değil mi? Peki bu adam milyonlarca dolar dolandırmışsa? Biraz önceki muhakemeye dönmek gerekiyor, ahlaksızlık hangisi, suçlu kim? Bu adamı suça iten düzen mi, yoksa adamın kendisi mi?

Ahlaksızlık Hangisi?

La Casa De Papel de bize bunu anlatıyordu. Düzene isyan eden ve namı “profesör” olan düzgün bir adam bir çete oluşturuyor ve halka hak ettiğini geri veriyordu. Gökyüzünden zeplinle para yağdırması, halkın soyguna arka çıkması, suçun, suçlunun kim olduğunun karışması ve izleyicinin kendini bir hırsıza taraf bulmasını. Tesadüf mü? Değil… Haftanın 6 günü çalışmak zorunda kalan, sadece Pazar günü dinlenebilen ve toplum tarafından onaylanmış aşkıyla bebeğinin bez parasını hesaplamak zorunda kalan bugünün 30’lu yaşlarındaki kimseler, bugün alım gücünü elinde bulunduranlar. Televizyonda çıkan o reklamlar hep onlar için, bizim için. Çark bizim paramızla dönüyor. Peki, ailelerimizin büyük adam olmak dediği bu muydu gerçekten? Babil de, Breaking Bad de, La Casa De Papel de aynı ahlak muhakemesinde ve izleyici de bu tartışmanın bir tarafı artık. Soruyor: ahlaksızlık hangisi? Bu yüzden Babil gelecek vadediyor, hatta TV ile küsmüş izleyiciyi bile geri getirebilme potansiyeli var. Bekleyelim ve görelim.

Babil, Cuma akşamları Star TV’de.

 

Yazı Ocak 2020’de Cine Dergi için kaleme alınmıştır.

Ekranların Beyaz Önlüklü Prensleri/Prensesleri: Doktorların TV Başarısı Tesadüf mü?

Mucize Doktor’un başarısı ardından Hekimoğlu’nun yükselişi, Türkiye’de “medikal drama furyası mı başlıyor” sorusunu akıllara getiriyor. Dünyada onlarca örneği bulunan hastaneli, doktorlu, beyaz önlüklü dizileri neden popülerleşti şöyle bir dönüp bakalım istiyorum. Öncelikle hatırlatmakta fayda var, Mucize Doktor 40 share’ı bulan izlenme payı ile sezonun en çok izlenen dizisi. Üstelik Muhteşem Yüzyıl’ın yalnız Şehzade Mustafa’nın öldürüldüğü bölümde yakaladığı bu izlenme payını hemen hemen her hafta alarak başarısını da sürdürüyor. İzleyici, ardından başlayan Hekimoğlu’na da şans vermiş görünüyor. Peki neden bu dizileri izliyoruz, farkları, vaatleri ne?

Türk Dizisi Klişelerine Fark Atan Episodik Tür

Öncelikle Türkiye case’ine ayrı bir parantez açmak gerek, Türkiye’de bu popülerliğin dünyadaki medikal trendlerden farklı bir gereği var. Episodik özellikli, her bölümün konuk oyuncular ve bölümlük olaylarla renklendiği diziler “Türk dizisi” klişesine aykırı. Bence bu ülkemizdeki başarının bir sebebi, zira aynı hikayenin bin bir entrikayla sündürüldüğü iki saat süren dizilerden sıkıldık. Ayrıca ailece izlenebilecek ve izleyicinin zekasıyla alay etmeyen ender dizilerden oldukları için de ayrıca kıymetli ve istisnalar. Medikal dramaların başrolünde ilginç ve farklı karakterler var gibi görünse de aslında insanoğlunun bedeni dizilerin ana karakteri. Anatomimizin, bedenin sırlarının deşildiği ve bedenin yarattığı sürprizlerle insan zekasını sınadığı hikayeler izleyiciye kendi bedenini tanımak için fırsat veriyor.

Beden Bir Muharebe Alanı

Eski örneklere baktığımızda böyle olmasa da, 2000’ler itibarıyla diğer tüm kahramanlar hikayelerinde gördüğümüz gibi medikal dizilerde de kahramanlar lekeleniyor. Son yıllardaki medikal dramalarda, zeka olarak deha düzeyinde ama problemleri bulunan karakterlerin seçilmesi tesadüf değil. Bir sıfır yenik başlanan, kendi bedeni ile ilk raundu kaybetmiş bir kahramanın ikinci raundu alma çabasını izliyoruz bölümlerde. Kendi bedeni, yenilinen savaşın muharebe alanı olarak her an karşımızda ve biz izleyici olarak, her hastada savaşı yeniden denemesi için doktorun elinden tutarak hikayeye dahil oluyoruz. Bingo! Neredeyse her savaş zaferle sonuçlanıyor, hastalar iyileşiyor ama yine de izlemeye devam ediyoruz, çünkü yenilen ilk gol tüm ihtişamı ile hala karşımızda. Gregory House’un vicodin bağımlılığının nedeni topallayan bacağının acısı mı yoksa bu yenilgiyi unutma, beyni uyuşturma çabası mı bu yüzden hiç bilemeyeceğiz.

Sürprizleri Özlüyoruz

Medikal dramaların klasik Türkiye dizilerinden büyük bir farkı daha var ve popülerite kazanmasının bir diğer sebebi de bence bu. Genellikle dizilerimizde entrika, seyirciyle paylaşılan bir sır üzerinden kurulur. Karakterlerin bu sırrı öğrenip öğrenemeyeceği üzerinden seyirci gerilir. Örneğin Bihter ile Behlül sevgilidir, izleyici bunu bilir, Adnan ve Nihal’in bu sırrı öğrenmesi gerilim unsurudur. Oysa medikal dramaların sırrı hem karakterler hem de seyirci için sırdır. Seyirci de karakterle beraber sırra vakıf olur: “Hasta neden hasta?” bir enfeksiyon veya bakteri, genetik bir rahatsızlık veya akut bir semptom… Neyin önemli olup olmadığını izleyici de doktor da bilmez. İzleyici doktorun cephesinde ve sorunu çözmek için kafa yormaktadır, müttefikine tam bir güvenle. İzleyici deneyiminde ekran karşısındakine de aktif rol veren, onun da tahminler yürütmesine imkan tanıyan bu düzen izleyici için çekicidir. Bana göre sürprizleri özleyen ve entrikalar içinde boğulan izleyici için pasif konumdan bir tür aktiviteye transfer olmak dizilerin tutmasının sebeplerinden biri.

Beyaz önlüklü prens ve prenseslerimizin özel hayatlarındaki çalkantılar, hayatlarındaki yaralar da elbette izleyici için çekici. Ancak bahşettiğim gibi bu öğelerin varlığının “aşk” veya “aile” temalarından ziyade mükemmel olmayan ana karaktere hizmet ettiği kanaatindeyim. Bu nedenle o kısma şimdi girmiyorum. Gelin biraz da bu türün tarihine hızla göz atalım.

Medikal Dramaların Tarihine Bir Bakalım mı?

Dünyada medikal dramaların başlangıcı 50’li yıllara tekabül ediyor. CBS’in City Hospital’ının ardından Medic (NBC), Dr. Kildare (NBC) geliyor. Hatta Medic’te gerçek doktorların, hasta ve hemşirelerin yer aldığını da not düşmeliyim.  Seksenlerde Hill Street Blues, doksanlarda E.R. , Chicago Hope gibi diziler 2000’lerde ise Grey’s Anatomy, House M.D., Scrubs ,The Good Doktor, Code Black ve diğerleri. Türkiye’ye döndüğümüzde televizyonun da geç gelmesi ve özel televizyonların 90’larda kurulmaya başlaması sebebiyle örnekler çok daha yeni. Medikal drama olarak sayılabilir mi emin değilim ama bolca hastane sahnesi ile televizyonlarımıza bu türün kapılarını açan ilk iş sanırım 1987 yapımı Kavanozdaki Adam. Faik Baysal’ın tiyatro metninden uyarlanan dizinin ardından 1989 yapımı Doktorlar dizisini saymamız gerek. 1989’daki Hızır Acil Servis seriyi sürdürürken 1993’te atv ekranlarına gelen Hastane ilk hatırlanan dizilerden biri oluyor. Zeki Alasya ve Metin Akpınarlı dizi 3 sezon sürmesi ile bugün bile hala akıllarda. 2002 yılında Hastayım Doktor, 2006’da Doktorlar, devamında ise Merhaba Hayat, Sen de Gitme, Acil Servis, Hayat Yolunda, Derman ve Türkan gibi örnekler geliyor. Geçtiğimiz sezonlarda yayınlanan Kalp Atışı ve bugün hala ekranda olan Mucize Doktor ve Hekimoğlu ise son medikal diziler.

Özellikle bu sezonki başarıdan sonra seneye ekranda daha çok uyarlama ve medikal drama göreceğimizi de şimdiden müjdeleyeyim. Yolları şimdiden açık olsun…

İzlemek isteyenler için House MD uyarlaması Hekimoğlu her Salı Kanal D’de.

The Good Doctor uyarlaması Mucize Doktor ise her Perşembe Fox TV’de sizlerle.

 

Yazı Aralık 2019’da Cine Dergi için yazılmıştır.

Modern Love: “Aşk, Birçok Şeydir”

“Modern zamanlarda aşk bu mudur” şarkısını hepimizin sık sık mırıldandığı günümüzde, modern zamanların aşkları bir dizide işleniyor. İşte o diziyi, adı üstünde Modern Love’ı sizlere anlatmak istiyorum bugün. 8 bölümden oluşan ilk sezonuyla mükemmel bir vakit geçirmelik olan seri, ortalama 30 dakikalık bölümleri ile damakta tat bırakıyor. New York Times’taki aynı adlı köşede yayımlanan yazılardan ve oluşturulan podcastlerden ilhamla hazırlanan dizi Amazon imzasıyla yayında. Geçtiğimiz aylarda sizlere State of the Union’dan bahsetmiştim, diyalog odaklı dizilerin yükselişine değinmiştim, işte Modern Love da bu zincirin bir diğer halkası. Dizi uzun ve manidar diyalogları ile izleyiciyi seyir esnasında düşüncelere daldırıyor. Olaylar akarken bir yandan söylenen sözleri not alma telaşında buluveriyorsunuz kendinizi. Her bölümde farklı hikayelerin ve karakterlerin işlendiği dizinin sonunda ise tüm hikayeler birbirine düğümleniyor.

Modern Love

Aşkın Farklı Hallerini Göreceksiniz

Dizinin her bölümünde usta oyuncuları görmeniz mümkün, Tina Fey, Andy Garcia, Anne Hathaway ve daha birçoğu… Başrolleri her bölümde ünlü isimlerle paylaşan esas karakter ise aşk. Dizide kanlı canlı bir başrol. İkinci bölümde dendiği gibi “Aşk birçok şey” ve biz her bölümde o birçok şeyden birini görüyoruz. Hayata dair çatışmalara yüklenen hikayelere izleyici olarak kenarından tutup omuz veriyor, karakterin gözünün yaşını şöyle bir siliveriyoruz. Flört şirketinin kara sevdalı ceosu da var bölümlerde, başkalarının ne düşündüğü için yaşayan bir kadının hayatından kesitler de, kırmızı başlıklı kızın kimsesizliği de, aşkta ikinci şans arayan bir çiftin yıllar sonra yüzleşmesi de… Spoiler vermemek için bölümlerin detayına inmeden biraz da dizinin çağrışımlarından bahsetmek istiyorum.

Bu Diziyi İzlerken, Şarkılar, Şiirler, Filmler Kapınızı Çalacak

Modern Love’ı izlerken bir anda kulağımda Birsen Tezer’in “her şey yarım kaldı yine ne tuhaf” dediği şarkı çalmaya başladı. Sonra bir bölümde Richard Linklater’n klasiği Before Sunset’in sahneleri canlandı. Anna Karenina’yı yeniden okumak istedim ve sonunda Kieslowski’nin Kırmızı’sı gibi bir finalle gülümsedim. Siz de eminim Modern Love ile duygudan duyguya, anılardan önyargılara, filmlere kitaplara gezinip duracaksınız. Gönlünüze değen hikayeler aklınızdan geçerek yolculuk edecek. Eski aşklarınız da yoklayacak bir yerlerde, şüphem yok. Dizinin oluşturduğu duygu biraz This is us biraz Fleabag tadında…  Vıcık vıcık romantizm değil, gerçekliğin üstüne kurulu gerçek aşk hikayeleri izliyorsunuz, diziyi farklı ve sevimli kılan da bu.

“Aşk Bir Dengesizlik İşi”

Dizinin psikolojik altyapısı oldukça güçlü. Dizinin çatışmaları da karakterlerin arada kalmış hallerinden doğuyor zaten. O meşhur şarkıda aşkın “dengesizlik işi” şeklinde tarif edilmesi boşuna değil, dizinin bir bölümünde bipolar bir kadının seyirciye gösterilmesi de. Aşkı anlatan bir psikolog yıllar önce bir seminerde aşkın bir anlamda manik depresif, bipolar bir kişinin dalgalanmasını yaşattığını anlatmıştı. Aşık olunandan haber alınamadığında, mutluluk hormonu olarak da bilinen serotonin hormonundaki ani düşüş ve sonrasında bir mesaj geldiğindeki şiddetli yükselişle örneklemişti durumu. Hedefe kilitlenme dolayısıyla artan dopamin düzeyinin de altını çizmişti. Ömür boyu bu hormonal dalgalanmaya dayanabilecek bir bünye olmadığını, aşkın yaşamsal düzen için geçici olmak zorunda olduğunu söylemişti. Bölümü izlerken, kadının bipolar rahatsızlığı içinde sancılar çekerken bir de aşkla sınanmasına buruk bir bakışla şahit oldum ve o sözler aklıma geldi. Aşkı daha iyi anlatabilecek bir karakter seçilebilir miydi? Bilmem… Karakterin hoşlandığı adamın ardından, “Lütfen geri gel, gelme” diye tutarsız sayıklamaları aslında aşkın ta kendisi değil mi? Ortaçgil doğru demiş galiba, “aşk bir dengesizlik işi” ne dersiniz?

Bölümlerden not aldığım sözler, hafızama kaydettiğim sahneler bir hayli fazla. Eminim sizin için de öyle olacak. Çevremdeki herkese heyecanla önerdiğim üzere sizlere de şiddetle tavsiye ediliyorum. Modern Love izleyin, kalp atışlarınızı yoklayınız. Unutmadan müjdemi de vereyim, dizi ikinci sezon onayını aldı bile… İyi seyirler.

Yazı, Cine Dergi için Kasın 2019’da yazılmıştır.

Her Çift Bu Diziyi İzlemeli : State of the Union

Dünyanın pek çok ülkesinde okunan, kitapları pek çok dile çevrilen, müzik eleştirileri ile beğeni kazanan, kalemi ile özellikle erkekler için mükemmel kanka izlenimi uyandıran Nick Hornby diziyi kaleme alıyor. Başrollerde Rosamund Pike ve Chris O’down, yönetmen koltuğunda ise Stephen Frears var. Dizi State of the Union: A Marriage in Ten Parts kitabından uyarlama. Sundance TV için hazırlanan State of the Union’ın her bölümü 10 dakikadan oluşuyor. Çeşit çeşit mekan, kalabalık bir cast yok. 10 bölümlük dizi, komedinin yalınlıktan aldığı gücü ekrana taşıyor.

Anahtar Deliğinden Bir Evliliği İzler Gibi

Dizi, evliliklerinde kriz yaşayan, 15 yıllık evli Louise ve Tom’un hikayesini anlatıyor. Evlilik terapisine gelen çiftimiz, her bölümde danışmanlık merkezinin karşısındaki pubda seansı beklerken görülüyor. Seans öncesi gerilimleri, heyecanları, hazırlıkları, önceki seansa dair değerlendirmeleri ve elbette lafın lafı açtığı 10 dakikalık sohbetlerde uzandıkları geçmişleri seyirlik bölümler oluşturuyor. Her bölüm seansa giden çiftin terapistin kapısını çalması ile biterken, yan karakterler de çiftimizin gözünden diziye dahil oluyor. Dizi izleyiciye dışarıdaki göz olma fırsatı tanıyor. Eminim siz de seyir esnasında sıkça, onların sohbetine gizlice tanıklık eden bir hayalet gibi kendinizi sahnenin içinde hissedebilirsiniz. Üstelik izleyiciyi adeta kahramanları “röntgenleyen” pozisyona alan reji tercihi, hikaye akışında da somutlaşıyor. Siz nasıl izlerken kendinizi kadın veya erkeğe bir şeyler söyleme hissi içinde buluyorsanız, onlar da hikayelerine tanık oldukları diğer çiftlerin hayatlarına müdahil olmak için çırpınıyor. Kendilerinden önce seansa giren çiftler hakkında yapılan dedikodular, gözlemler, yollarını ayırmanın eşiğinde olan bir çiftin, başkaları söz konusu olduğunda nasıl da alıştıkları üzere yeniden bir cephede olabildiklerini gösteriyor. Erkeklik ve kadınlık üstüne yargıların, beklentilerin, rollerin satır aralarında masaya yatırıldığı dizinin başrollerinden birini de, “evlilik” üstleniyor. Londra’da geçen hikaye, dünyanın neresine giderseniz gidin, ikili ilişkilerde pek de bir şeyin değişmediğini göz önüne seriyor.

Uzun Diyalogları Dinlerken Kendi İç Sesinizi de Duyabilirsiniz

Dizi henüz ilk bölümün ilk dakikalarında yaptığı ters köşe ile izleyiciye önyargısını gösteriyor. (Spoiler olmasın diye detay vermiyorum) Dizinin ana karakteri Tom da benzer yargıları pervasızca savururken bölümler içinde sakinleşiyor, değişiyor, izleyici nasıl dizi ile beraber bir yolculuğa çıkıyorsa, karakterin de terapi süresince nasıl değiştiği gözler önüne seriliyor. Dizinin ilk bölümünde terapistin cinsiyeti, ismi üzerinden yorumlar yaparak ayakları geri geri giden Tom’un üçüncü bölümde onun dediklerini harfiyen uyguladığını görmek yüzünüzde hafif bir tebessüm bırakıyor. Sandalyelerden koltuklara geçen karakterler, içki tercihleri, siparişleri, değişen saç şekilleri, oturuşlarıyla, ilişkinin nasıl evrildiğini gösteriyorlar. Evliliklerde yeni bir başlangıç mümkün mü sorusunun her an kafanızda dönüp durduğu bölümler, mizahın gizlendiği durumlar, sizi hem kafa karışıklığının hem de bıyık altından gülüşlerin arasında bırakıyor. Uzun diyaloglardan beslenen sahneler, bana Richard Linklater filmlerini hatırlatsa da dizinin her bölümünün yalnızca 10 dakika olduğunu burada yeniden belirtmem gerektiğini düşünüyorum. 😊

Bavullarınızı Boşaltmaya Hazır mısınız?

“Evlilik nedir?” İşbirliği mi, birliktelik mi, oyun arkadaşlığı mı yoksa hepsi veya hiçbiri mi? Dizinin her bölümü lineer zaman akışında ileri doğru adımlarken, karakterler de yavaş yavaş geriye doğru ilişkilerini analiz ediyor. Dizinin henüz ilk bölümlerinde, Louise “ikimiz farklı şekilde yaşlandık” diyerek aslında 15 yılda evliliklerinin altını çürüten nedenlerin kapağını açıyor. Karakterler yavaş yavaş kök aile ilişkilerine, evlilik dönemi gerçekleşen tartışmalara, çocuklara, flört zamanlarına, ilk sekse ve neden ben sorusuna kadar ilerliyor. Yaptıkları, çıktıkları uzun yolculuğun sonunda kirli eşyalarla dolu olan bavulları açıp eşyaları yola saçmak gibi… Zaman zaman yaptıklarının farkına varıp, buna tanık olanlardan utanmaları, birbirini yargılamaları da görülüyor. Elbette izleyici de kendi yüklerini şöyle bir karıştırıyor bölümler içinde.

Her Çiftin İzlemesi Gereken Bir Dizi

Bu diziyi her çift izlemeli. Zira içgörü sağlayan, 10 dakikalık bölümlerle bir çırpıda bitiveren ve gerçekten güldürürken düşündüren bir iş. Öyle ki ilk bölümlerde birbirini suçlayan çiftin son bölümlerde düşündüklerini değil de hissettiklerini konuşabildiğini görüyoruz, hem de gülümseyerek… İzlerken not aldığım repliklerden birini sizlerle paylaşmak istiyorum: “Evlilik, bir işe başlamak gibi. Günler geçip gidiyor, 20 yıl sonra hala orada oluyorsun ama bunu ilk günden tahmin etmek imkansız.” Sırf bunun üzerine bile saatlerce konuşulabilir. Tabi ilişkide konuşmak mümkünse, bildiğiniz üzere susmak çoğu zaman daha kolay.

Zaten diziyi izlerken de en büyük sorunun konuşamama olduğunu fark ediyorsunuz. Tom ve Louise de tıpkı bizler gibi, konuşmadan anlamalar, niyet okumalar, kesin böyle düşündü diye tahminlerle örülen bir örümcek ağı sonucu o kafesin içinde kalmış insanlar… Şimdi sözcükleri ile ağları delmeye çalışıyorlar. Dizinin güzel olan yanı, birey olarak kendilerini özgürleştirdikleri her cümlede aslında birlikte inşa ettikleri “bizi” ve evliliklerini de özgür kılıyorlar. Siyasi görüşlerin, çiftlerin birbirine söylediği beyaz yalanların, saklanan sırların, zannedilenlerin, içte kalanların ortaya saçıldığı bölümlerde gerçeklerin aslında ne kadar basit olduğunu görüyoruz. Konuşmanın ilişkileri nasıl iyileştirdiğini de tabii…

Bence izlenecekler listenize 2019 yapımı State of the Union adlı taze diziyi de bir not edin. Şimdiden iyi seyirler.

Yazı cine dergi için kaleme alınmıştır.

 

The Handmaid’s Tale: Gilead Cumhuriyeti Hepimizin İçinde

Bugün sizlere 3 sezondur kalp ağrıları, sinir atakları ile izlediğim bir diziden bahsetmek istiyorum: The Handmaid’s Tale. Aslında bildiğiniz üzere Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlama. Ancak dünyanın birçok yerine olduğu gibi Türkiye’de de bu hikaye Hulu ekranlarına gelen dizisi ile yankı uyandırdı. The Handmaid’s Tale, Türkiye’de ise Blu TV üzerinden yayınlanıyor. Misoginistik distopya olarak kategorize edebileceğimiz hikayeyi, yazar Atwood ise spekülatif kurgu olarak sınıflandırıyor. Atwood, fanteziden kaçmadan kaleme aldığı eserlerinde “yolda yer alan, düşülmenin istenmeyeceği, muhtemel büyük delikleri” araştırdığını söylüyor.

Tam Anlamıyla Ürkütücü bir Dizi

Dizinin konusu: The Handmaid’s Tale; kadınların neredeyse bütün haklarının elinden alındığı, sadece çocuk doğurmak için köleleştirildiği, erkeklerin egemen olduğu dindar bir kesim tarafından totaliter tarzda yönetilen Gilead adlı bir ülkeyi anlatıyor. ABD’de rejimin değiştiği bu düzende, yakalanan muhalif kadınların bir kısmı ülkenin yüksek rütbeli kumandanlarına seks kölesi olarak veriliyor. Damızlık adı altında evlere dağıtılan bu kadınlardan beklenen asıl şey, evinde yaşadıkları kumandanlardan hamile kalıp mümkün olduğu kadar çok çocuk doğurmaları. Fakat son yıllarda neredeyse sıfıra düşen doğum oranları, hamile kalmanın iyice zorlaştığını ortaya koyuyor. Dizi, damızlık kadınlardan biri olan Offred’in hikayesinin etrafında şekilleniyor.

Neden Distopya İzliyoruz/Okuyoruz?

Distopyaları sıkı sıkıya takip edenlerden biriyim ve bu sorunun yanıtını düşündüğümde ulaşabildiğim birkaç yanıt var. İzlerken dünyamızı karartan, bizleri karanlık bir dünya tahayyülü ile karşı karşıya bırakan distopyaları, yaşadığımızdan daha kötü bir dünya olabileceğini görerek şükretmek veya gelecekte neler olabileceğini merak ettiğimiz için okuyor/izliyor olabiliriz. The Handmaid’s Tale izleyicilerinin birçoğunu henüz birinci sezonda diziden uzaklaşanların da, diziye hayranlık duyanların da beslendikleri yer aynı, bu hikaye diğer distopyaların yanında günümüz gerçekliğine yakınlığı ile öne çıkıyor. Üstelik akla ilk gelen diğer distopyalardaki gibi teknoloji üzerine bir öngörüsü yok, zamansız ancak söylemler günümüz dünyasında yükselen sağ popülizmin cümlelerine yakınlığı ile korku salıyor.

Popülerleşen Distopyalar 

Yazıyı hazırlarken okuduğum “electricliterature.com”da yayınlanan “The Rise of Dystopian Fiction: From Soviet Dissidents to 70’s Paranoia to Murakami” adlı makalede yer alan edebiyatta distopyanın yükselişini gösteren tabloyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tablodan görebileceğiniz üzere, distopya 20. yüzyılda ortaya çıkan bir edebiyat ürünü. Distopyada üretimin yükseliş dönemleri ise oldukça dikkat çekici, büyük buhran, ikinci dünya savaşı, savaş sonrası atmosfer dönemlerine denk düşen yükselişleri grafiğe bakarken farkında olmalısınız. Bir de 2010 yılı sonrası grafiğin yükselen seyrini tabii… Public Radio International’ın To the Best of Our Knowledge programına röportaj veren Margaret Atwood’a da 2000’lerdeki bu yükseliş soruluyor. Atwood, “İnsanlar, özellikle gençler olmak üzere gelecek konusunda kendilerini tedirgin hissediyorlar. Daha fazla sosyal istikrarsızlığın olduğu bir gelecek öngörüyorlar.” diyor. Yazar, iklim konusunda felaket senaryolarının ele alındığı bilimkurgu yapıtlarının çokluğunu işaret ederek bu tür kurguların insanların korktukları yerden doğduğunu belirtiyor. Bu açıdan baktığımızda dünyada yükselen sağ popülizmin insanların kaygılarını tetiklediğini düşünmek de grafiğin yükselişini bu bilgiyle değerlendirmek de mümkün oluyor. Elbette 1948’de tahayyül edilen 1984’ün 2000’lerde gerçek hale gelmesi, 1985’te yayımlanan The Handmaid’s Tale’ın Trump’ın Reagen’ı anımsatan kadın düşmanı söylemlerinin birkaç adım sonrasını görücüye çıkartması da oluşan yoğun ilgiyi açıklıyor. Yani distopyalarda felakete ayna tutan dünyalar bugünkü yaşamımızla, korktuğumuz gelecekle veya bugün dünyanın başka bir yerinde olanlarla benzeşiyor. Atwood hikayenin yıllar sonra yeniden popülerleşmesini yükselen sağ popülizme vurgu yapan şu sözlerle açıklıyor; “Kitapta karakterlerin söylediği bazı cümleleri hayatta başkalarından da duyarsınız. Kitabın yayınlandığı 80’lerin ortasında, şimdikinden daha az geçerliydi bu.

Amerika’da Dizinin Kostümleri ile Halk Sokaklara Döküldü

The Handmaid’s Tale’ı yorumlarken Suriye’deki Ezidi kadınların köleleştirilmesini anımsayan da, Suudi Arabistan’daki yasaklardan bahseden de, Trump Amerika’sındaki kürtaj yasağını eleştiren de, yakın tarihten konu açan da mevcut sosyal medyada. Dizinin yayınlanması ile eşzamanlı olarak ABD’nin farklı kentlerinde kürtajı kısıtlayan yasanın protestosunda çekilen kareler de bize izleyici/okurdaki gerçeklik eşleştirmesini ispatlıyor. Kadınlar kürtaj yasağına karşı The Handmaid’s Tale’daki damızlık kadınların kostümlerini giyerek yürüyordu. Günümüzde birçok sağcı liderin benzer yasak girişimlerini, kadın bedeni üzerinde otorite sağlamaya çalışan politikaları ve eril duruşlarını görebilmeniz mümkün. Dizi aslında Amerika’yı yeniden keşfetmiyor. Atwood’un New York Times’da yazdığı gibi “Kadınların ve bebeklerin kontrol edilmesi bu gezegen üzerindeki tüm baskıcı rejimlerin özelliğidir.” İktidar mücadelesinin verildiği ilk mikro alan olan beden, Atwood’un hayalini ürettiği Gilead Cumhuriyeti’nde de kontrol edilmeye çalışılıyor. Tıpkı gerçekteki gibi.

 

The Handmaid’s Tale Üç Farklı Tepki ile Karşılandı

1985’te Kanada’da, 86’da Amerika ve İngiltere’de yayımlanan The Handmaid’s Tale’ın o yıllarda aldığı tepkiler ile sizlere kapı açmak istiyorum. Margaret Atwood, birçok röportajında bu örneği veriyor. Hikaye, bir iç savaş yaşamış ve bir diğerini yaşama endişesi olmayan İngiltere’de “hoş bir hikaye” olarak karşılanırken, özgürlüğün ülkesi Kanada’da “Böyle bir şey olması mümkün mü?” tepkisi almış. Amerika’da ise insanlar kitabı okuduklarında “Ne kadar zamanımız kaldı” demiş. Atwood, okurların kendisine “Bu hikaye Orta Doğu ile mi ilgili” diye sorduğunu söylüyor ve verdiği cevap duymak istemediğimiz gerçeği yüzümüze vuruyor. “Bunlar dünyanın her yerinden örneklerin toplamı. Tek yapmamız gereken tarihte 100 yıl geriye gitmek.” The Handmaid’s Tale’ın yarattığı ilginin nedeni de bu, üstelik bazı ülke vatandaşlarının tarihe dönüp bakmaya bile gereği yok ne yazık ki… Dizinin, kitabın görmek istenmeyen bazı gerçeklere ayna tuttuğu da aşikar. George Orwell’ın, 1946’da kaleme aldığı bazı satırlara burada yer vermenin uygun olduğunu düşünüyorum. Orwell, gerçeklikten kaçınmanın sonuçlarının her yerde aynı olduğunu vurguluyor. Propaganda ile insanların karşılarındaki gerçeğe karşı körleştiğini anlatıyor. Burnunuzun önündeki gerçeği görmeniz için sürekli bir mücadele içinde olmanız gerektiğini söylerken, bunun için günlük tutmayı veya önemli olayları notlamayı öneriyor. Bu mücadelenin bir parçası olarak Margaret Atwood’ın 1980’lerde Reagan politikalarından aldığı ilhamla bu notları düştüğünü ve hikayeyi kaleme aldığını hatırlamakta fayda var.

Distopyanın gerçekten bu kadar beslendiğini ve geçen 40 yılda kadın bedeni üzerinden geliştirilen muhafazakar politikaların daha yüksek sesle söylenebildiğini görmek sanırım izleyiciyi/okuru daha da derinden sarsıyor. Evet, Gilead diye bir yer yok. Dizide söylendiği gibi “Gilead senin içinde”, hepimizin içinde. Gilead tarihte, bugünde, ne yazık ki gelecekte… The Handmaid’s Tale, bize yolumuzda var olan büyük delikleri gösteriyor. Birkaç yanlış adım atsak içine düşebileceğimiz delikleri… Atwood’un muhteşem kaleminin baz alındığı hikayesi, aldığı onlarca ödül, mükemmel oyunculukları, kusursuz renk seçimi ve etkileyici yönetmenliği bir yana, bu nedenle bu diziyi izlemelisiniz.

İyi seyirler…

The Handmaid’s Tale her hafta Amerika’daki yayınından yalnızca 1 gün sonra, yeni bölümleri ile Blu TV’de.

Yazı Cinedergi.com için yazılmıştır.

 

Big Little Lies’ın 2. Sezonu Yayında: Şiddetin Anatomisini İncelemek İster Misiniz?

Big Little Lies ikinci sezonu ile ekranlara geldi ve veda için hazırlanıyor. İlk etapta 1 sezon düşünülen, izleyici ilgisiyle ikinci sezonu yazılan dizi, bildiğiniz üzere bir roman uyarlaması. İlk sezon Reese Witherspoon, Nicole Kidman, Shailene Woodley, Zoë Kravitz’i başrollerde buluşturuyordu. Emmy ve Altın Küre dahil onlarca ödül alan işin, ikinci sezonunun bombası ise usta oyuncu Meryl Streep oldu. 7 bölümden oluşan ikinci sezon için 7 farklı final çekildiği ise geçtiğimiz günlerde açıklandı. Dizinin hem yapımcılarından biri hem de oyuncusu olan  Reese Witherspoon Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda tartışmalar sonucu, kendilerini izleyicinin yerine koyarak finale karar verdiklerini ve dizinin bu şekilde kurgulandığını açıkladı. Finale doğru ilerlerken, dizinin ikinci sezonuna yakın mercek tutmak istiyorum.

(Bu yazının odağı Perry karakteri ve onun şiddet eğilimi, ikinci sezonun tüm dinamiklerini anlatmak için maalesef yerimiz yok. Yazıyı kaleme aldığımda, 2. sezonun yayınlanan ilk 3 bölümünü izlediğimi de not düşmem gerek)

Geçmişi Tamir Edebilir Misiniz?

Big Little Lies, ilk sezonunda bir travmanın izini sürerek izleyiciyi faile doğru yaklaştırıyordu. Sezon finalinde olayın failinin öldürülmesini gördük. İkinci sezon ise bu noktadan açıldı. Depremin ardından kalan yıkıntılar, yaşanan artçı sarsıntılar ikinci sezonun konusunu oluşturuyor. Sanki bir örümcek ağının üzerinde ilerler gibi temkinli, gergin ve dikkatli ilerliyorsunuz bölümler boyunca. Üstelik bu kez izini sürdüğünüz bir katil değil, şiddetin anatomisi. İzlerken aklınızda şu soru geziniyor, “Ne yaparsan yap, geçmişi tamir edebilir misin?”

Perry’nin ölümü yani failin yok oluşu şiddetin etkilerini silmiyor. Celeste hala kabuslar görüyor ve bunlardan kendini suçluyor. Jane’i izlerken anlıyorsunuz ki, bir kötülüğün bedelinin ödenmesi mağdurun yaralarını iyileştirmiyor. Kötülüğün kendisi bir yara gibi bedeninize çöreklenip kalıyor. Yapandan bağımsızlaşan, bir aile üyesi gibi evinizin odalarına yerleşen bu travma, failin benliğini aşıyor. Kişinin mevcudiyetinin ötesinde yeni bir varlık yaratıyor.

Meryl Streep, Dizide Ataerkilliğin Vücut Bulmuş Hali

Her karakterin bugün varoluşuna neden olan aile örüntüleri ikinci sezonda bölümler içinde önümüze seriliyor.

Perry’nin cinselliği bir güç alanı olarak gören ve evliliğinde şiddeti “kendince” meşrulaştığı bir alan haline getiren eğiliminin temelinin bu anne (Mary) karakterinde olduğunu görüyoruz. Zorba çocuklarla arkadaşlık ederek hayatta kalmanın yolunu bulan Mary’nin yetişkinliğinde de mükemmeliyetçi, sürekli eleştiren ve suçlayan tavırda olması şaşırtmıyor. Elbette bu annenin bir çocuk ve eş kaybının ardından oğlu Perry’e yaslanması ve ona muhtemelen kendini değersiz hissettirerek kendi güçsüz kişiliğini onarması Perry’nin de bugünkü trajedisinin kaynağı. Perry’nin sürekli aşağılandığı anne ilişkisini adeta kamufle etmek istecesine diğer kadınlarla kurduğu güç ilişkisinde iktidarı şiddetle sağlaması tesadüf değil. Bir kadına tecavüz eden, eşini yıllarca şiddetle evliliğe mahkum eden Perry, böylelikle kendi değersizlik hissini perdeliyor. Perry, tecavüz ederek Jane’in bedenini işgal ederken, Celeste’i ise kendine mahkum ederek hayatını zapturapt altına alıyor. Dizinin Celeste’in annesinin öldüğünü ve babası ile arasının kötü olduğunu öğrendiğimiz flashback sahnesinde, Perry’nin “o zaman tamamen benimsin” demesi bu nedenle anlamlı. Bu onun için bir işgal fermanı…

Celeste’in çocuklarının şiddet eğilimi, izlerken sizlere kötülüğün genetiğini sorgulatıyor. Şiddet kötücül bir miras gibi nesilden nesile aktarılıyor mu? Sorunun yanıtını, Meryl Streep’in canlandırdığı Mary Louise yalnızca varlığı ile veriyor. Şiddete sebep olan tek şey genetik değil, bazen fiziksel şiddet bazen ise sevgisizlik veya değersizlik oluyor. Ve evet, bazen  tohumları  önceki nesillerden atılıyor. Mary, dizide Perry’nin kötülüğünün tohumlarını atan kişi olarak konumlanıyor. O, ataerkil düzenin iskeleti olarak ekranda, bir kadın, erkek, anne veya baba olmaktan öte… O bir düzeni temsil ederek dizide bulunuyor. Big Little Lies, kadınların coğrafyadan, statüden, sınıflardan azade maruz kaldığı trajedileri anlatıyor bize.

 Big Little Lies Şiddeti Meşrulaştırıyor mu?

Dizinin ikinci sezonu hakkında yazılan birçok yoruma baktığımda, Perry’nin kötülüğünün meşrulaştırılmaya çalışıldığı eleştirisine denk geldim ve açıkçası bu kadar sığ bir okuma yapıldığı için üzüldüm. Perry dizinin kötü adamı evet. Tüm olayların fitilini ateşleyen onun şiddet eğilimi. Yalnız kötülük öyle dışarıda bir yerde “trafi canavarı” veya “şeytan” gibi var olan, ruhumuzu ele geçiren bir şey değil. Lucifer gelip kötülüğü kulağımıza fısıldamıyor. Kötülük halihazırda eşyanın tabiatında var, genetik yatkınlığın (psikiyatrik problemden bahsediyorum) yanı sıra insanoğlu kötü olmayı da öğreniyor. Perry, Mary Louise gibi bir annenin oğlu olmasaydı, kötü olacak mıydı?

Hayır, BLL şiddeti meşrulaştırmıyor. Şiddet uygulayanın bizden uzak bir canavar olmadığını, içimizden biri olduğunu, şiddetin bir anda ortaya çıkmadığını, sebepleri olduğunu ilan ediyor. Bu nedenle şiddeti uygulayan öldüğünde şiddetin kendisi ölmüyor, aksine şiddet kendini yeniden üretiyor. Trajedi Mary’nin babasının onu zorbalarla arkadaş etmesinden başlıyor. Mary’nin iletişimini aşağılama üzerine kurmasına ve oğlu Perry’nin şiddeti iktidar kurma aracı haline getirmesine kadar uzanıyor. Sonrasında ise Perry’nin ikiz çocukları şiddet ile iletişim kuran birer birey olarak büyüyüyor. Şiddet bir çığ gibi ilerliyor. Bu faili meşrulaştırmak mı size kalmış. Elbette fail suçlu, nedenlerini görmeden, “Perry bir canavar” demek ise BLL gibi derin anlatılar için sığ kalıyor. İkinci sezon, ilk sezonda düşüşünü gördüğümüz çığın nasıl yuvarlandığını hikaye ilerlerken alt metinde gösteriyor.

Ufak Tefek Cinayetler, Neden Big Little Lies Olamadı?

Biliyorsunuz, Big Little Lies ülkemizde de Ufak Tefek Cinayetler dizisine ilham veren işlerden biri. Ancak iki dizi arasındaki fark ikinci sezonu izlerken daha da belirginleşiyor. Big Little Lies’ı izlerken kadınların savaşını izliyoruz. Tek yumruk olan, haksızlığa, tecavüze, şiddete karşı birlikte savaşan kadınların hikayesine tanık oluyoruz. Öyle ki ilk sezon Perry karşısında gözünü kırpmayan karakterlerin, ikinci sezonda eril kültürün simgesi olan kadın karakter, Mary karşısında dik duruşuna şahitlik ediyoruz. Ufak Tefek Cinayetler’de izlediğimiz ise her biri yaralı kadın karakterlerin birbirinin kuyusunu kazmasına şahit olduk. Bu da bir tercih elbette, başarılı da bir iş olduğunu düşünüyorum. Ancak UTC başladığı dönem sıkça BLL ile arasında benzetme yapıldığı için belirtme ihtiyacı duyuyorum. İki dizi arasındaki fark çok net. Birinde birlikte kaf dağının arkasına uçan simurg kuşları, diğerinde akbabalar var.

Ataerkillik karşısında pozisyon alan kadın karakterleri konuşurken, dizi hakkında röportaj veren Meryl Streep’in “toxic masculanity” yani “zehirli erkeklik” olarak çevirebileceğimiz ve son zamanlarda hayli popülerleşen terim hakkındaki görüşünü de paylaşmak istiyorum. Streep sorunun erkeklik veya kadınlık değil, “insanlık” üzerinden ele alınması gerektiğini vurguluyor. Her ne kadar diziden bahsederken kadınlık ve erkeklik vurgusunu hikaye gereği kullanma gereği duysam da şiddet sorununun temelinde “insanlık” olduğu zaten aşikar. Zehirli olan ise sevgisizlik, değersizlik… İşte Big Little Lies ikinci sezonuyla bize bunu gösteriyor. Şiddet, ilişkileri sona götüren bir neden gibi görülse de aslında bir önceki kuşaktaki sevgisizlik, değersizlik durumunun sonucu olduğu göz önüne seriliyor. Bu dizi eminim izlerken benim gibi birçok kişinin gözlerini nemlendiriyor. Eminim, dizinin çekildiği toprakların binlerce km uzağındaki ülkemizde, binlerce kadın Big Little Lies ile aşina oldukları şiddetin, acının anatomisini inceliyor.

 

Yazı Cine Dergi’de Temmuz 2019’da yayımlanmıştır.

33 Yıldır Çekilen Dizi Ekranda: Chernobyl

HBO’nun şimdiden klasikleri arasına gireceğini belli eden mini dizisi Chernobyl, Türkiye insanının hiç de yabancı olmadığı bir felaketi izleyicilerine sunuyor. 1986’da Ukrayna’da meydana gelen nükleer patlamanın anlatıldığı dizi, 5 bölümden oluşuyor. 33 yıldır çekilen dememin nedeni, hepimizin aslında bir yerinden bu hikayeye şahit bireyler olmamız. Dizinin prodüksiyonu 16 ay sürse de, bu yapım 30 küsur yıl + 16 ayda ekrana hazırlandı. Tüm dünyanın tanık olduğu bu trajik olay, etkilediği milyonlarca kişinin hikayesi ile bugün hala yazılmaya davam ediyor. Chernobyl dizisi de bize bu kabus tablosunun fırça izlerine yakından bakma fırsatı veriyor. Elbette olayın başat aktörlerini merkeze alan yalnızca birkaç hikayeyle… Etkileri 33 yıldır birebir hayatımızda olan bu kabus, yerel hafızamızda kameralar önünde “zararlı değil” diyerek çayını yudumlayan bakanlar, 80’li yıllarda doğan ve çay içmekten hala imtina eden Kuzey Anadolu gençleri, kanser ölümleri ve her ailenin üstüne çöken ölüm sessizliği ile yer buluyor. 5 bölümden oluşan dizi aslında bitmiyor, sonunda her birimizin çok iyi bildiği bir felaketin anılarını hafızalarımızda tazeliyor. Bu yazıyı dizinin henüz yayınlanan 4 bölümünü izleyerek ve HBO’nun podcastlarini dinleyerek yazıyorum. (Elbette neredeyse 5 saatlik podcasti deşifre edemeyeceğim için yazıda o yayınlardan birkaç not bırakıp sizi HBO’nun youtube, itunes ve spotify hesaplarına yönlendiriyorum. Dizinin, hikayenin ve gerçeğin mutfağını merak edenlerdenseniz muhakkak dinleyin)

Bu Bir Belgesel Değil, Yalanların Bedelinin Anlatıldığı Bir Docudrama

Dizinin 1. bölümünün açılış cümleleri özellikle tüm hikayeyi anlamak için kayda değer. “Asıl tehlike şu, eğer yeteri kadar yalan duyarsak o zaman artık doğruları seçemeyiz.” Dizinin yaratıcısı Craig Mazin podcastte de dizinin, “yalanların bedelinin hikayesi” olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle tamamlıyor: “İnsanlar yalan söylemeyi, yalanlara inanmayı tercih ettiğinde ve herkes gerçeğin üstünü örten o yalanı sürdürmek için edilgen bir komplonun ucundan tuttuğunda bundan kurtulmak için uzun süre uğraşılır ama gerçek bizi umursamaz. O sonunda karşınıza çıkar.” Dizinin tamamen gerçekleri ele alan bir belgesel olduğunu söylemek doğru değil, ancak gerçeklerden temel alan bir docudrama olduğunu belirtmek mümkün. Birçok karakter gerçek olsa da kurgu karakterler de mevcut. Elbette patlamanın nedeni ve olayların akışı ile ilgili her anlatı da var olan varsayımların dizi ekibi tarafından en “doğru” olduğunu tahmin ettikleri… %100, belgelere dayalı gerçeklikte değil dizi. Podcastte de Mazin bunun altını çiziyor, güvenilir kaynakları, derin araştırmaları mevcut ancak gerçekte olan ile ilgili, ortaya çıkan versiyonlardan en akıllarına yatan ekranda.

Chernobyl Neden Bu Kadar Etkileyici?

Çünkü rahatsız edici… Diziyi izleyenlere sorduğumda hep aynı kelimelerle hislerini tarif ettiler. “Kanım çekildi”, “Ürkütücüydü”, “Gerçekçiydi.” Üzerine radyoaktif enerji yüklü parçacıklar yani zehir yağarken, yangının ışıklarının çok güzel olduğunu söyleyen insanlar, oyun oynayan çocuklar vardı dizide. Patlamaz denilen çekirdeğin patladığı reaktörün hissettirdiği, batmaz denilen Titanik’in batışındaki sahneleri izlemek gibiydi. Balo salonunda eğlenen insanların yerini, reaktörün patlamasını izleyen masum halk almıştı. İzlerken ben bunu düşünmüştüm, sonra podcasti dinlediğimde dizinin yaratıcısı Craig Mazin de Titanik’e gönderme yaparak bu hikayeyi neden anlatmak istediğini, neden araştırmaya başladığını anlatıyordu. “Titanik neden battı deseler herkes buzdağına çarptığını söyler. Ama kimse Çernobil’in nedenini söyleyemiyordu. Bu yüzden bu konuyu araştırmaya başladım.” Bence sadece Çernobil’in gizemi değil, trajedisi de Mazin’i bu benzetmeye zorluyordu bilinçaltında. Ne de olsa acının yüzü her yerde farklı ama hissi aynıydı.

Çernobil’in neden bu kadar etkileyici olduğunu düşünürken aklıma Albert Camus geldi. 1960’ta bir araba kazasında ölen Camus, ölümünden önce kendisine en absürt ölümün hangisi olduğu sorulduğunda “araba kazası” yanıtını vermiştir.* Değişen dünya, yaşamı değiştirirken ölümü, ölümün nedenlerini ve şeklini de değiştirmiştir. Hastalıktan ölen insanların yerini daha uzun yaşayan ancak kendi yaptıkları aracın bir yere çarpmasıyla ölen insanlar almıştır. Nasıl ironik değil mi? Çernobil’in de hepimizi bu kadar etkilemesinin nedenlerinden biri bu sanırım. İnsanoğlunun yaşam gereklerini karşılamak üzere, daha çok enerji ihtiyacını karşılamak için ürettiği dev reaktörlerin insan yaşamına son vermesi… Üstelik patlama güvenlik testi yapılan akşam, test sırasındaki işlemler nedeniyle oluyor. Çok ironik değil mi?

Dizide Chernobyl Felaketi Nasıl İşleniyor?

Dizide patlama sonrası uzun bir süre önce reaktör görevlileri sonrasında ise devlet tarafından inkar mekanizmasının işlediğini görüyoruz. Yalan üstüne yalan söyleniyor. Dizide reaktöre 400 km uzaktaki nükleer enerji merkezinde bile sistemlerin radyasyon alarmı verdiği görülüyor. Olayın etkilerinin 100 yıl net olarak süreceği, tam olarak yeryüzünden temizlenmesinin 50.000 yıl alacağından bahsediliyor. Patlamadan 20 saat sonra, biliminsanlarının geçen her saat Hiroşima’nın iki katı radyoaktif yayıldığını söylemesi, facianın derecesini gösteriyor. Yayılan plütonyum 239’un yarılanma süresi 24.000 yıl deniyor. 2600 metrekare alana yayılmış radyoaktif yıkıntıdan söz ediliyor. Alan içindeki insanlar olaydan ancak 1 ay sonra tahliye ediliyor. Tüm hayvanlar vurularak öldürülüyor. Bütün ormanlar dümdüz ediliyor. 100 kilometrelik alanda toprağın üst yüzeyi ters yüz ediliyor. Kurşundan, kaynakla kapatılan tabutlarla betona gömülen cenazeler, ölen kuşlar, silahla vurulan köpekler var dizide. Damarlarınızın sündüğünü, büzüştüğünü hissettiriyor bazı sahneler.

Soğuk Savaş ve Amerika Paranoyası

Dizinin Amerika’dan bakan gözlerle detaylandırıldığı aşikar. Soğuk savaş döneminde reaktörde patlama olunca ilk akla gelen sabotaj, bomba, Amerika’nın olası saldırısı oluyor. Hatta patlama sonrası yalanların sıralandığı bürokratik son dakika toplantılarının merkezi de saldırı ihtimaline karşı yapılan sığınak… Dönemin atmosferi dizinin colorından genel planlarındaki seçimlere kadar her ayrıntıda göze çarpıyor. Elbette ideolojik vurgular da mevcut. Bir distopya karamsarlığında görülen tablo, komplo teorileri ile uyuşan toplum öylesine rahatsız edici ki… Bürokratların tutumları, yalnızca birkaç yıl sonra tarihin tozlu sayfalarına gömülecek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlılık yemini ederek kendi canından vazgeçen insanlar… Robotlar radyasyon dolayısıyla kullanılamaz hale gelince, insanları radyasyona feda etme fikri konuşulurken askerler için kullanılan “biyorobot” tabiri… Olaydan 10 yıl önce, 1975’te, patlamaya yol açan acil kapatma işlemi sorununun aslında raporlanmış olması ve devletin bu bilgiyi “devlet sırrı” olarak klasifiye ettiği için ilgili makaleden çıkartması… Dizide olanların birçoğu gerçek, daha da ürkütücü olan ise izlediğiniz sahnelerde bir felaketin parçası olarak sunulan birçok şeyin, günümüzde hala kapalı kapılar arkasında olabilecek olması.

Diziden Dikkat Çekici Notlar:

  • Dizinin ilk bölümünün adı 1.23.45 yani güvenlik testinin yapıldığı tam saat.

  • Dizinin yaratıcısı Craig Mazin, 1986’da, olay olduğunda yalnızca 15 yaşındaymış.

  • Dizi Litvanya ve Ukrayna’da çekilmiş. Patlayan santralinin benzeri olan Ignalina Nükleer Santrali’nde çekimler yapılmış.

  • Çekimlerde birebir gerçek kostümler, dönemin kıyafetleri kullanılmış.

  • Hidur Guðnadóttir, dizinin orijinal müzikleri için nükleer santrali gezerek o bölgedeki doğal seslerden ilham almış.

Sonuç Yerine

Sovyet karşıtı bir bakışla, propaganda tavrıyla ele alınan anlatıyı politik yönden de analiz etmek elbette mümkün ancak yeri bu yazı değil malumunuz. Sorgulayan bakışı cebinizde tutarak diziyi izlemenizi tavsiye ediyorum. Chernobyl dizisi hakkında okuduğum en ilginç benzetme ise Newsweek dergisindeydi. Dizideki birçok karakterin gerçekliği, suçun çalışan insanlara atılmış olması ve nihayetinde yalanının bedelinin sorgulanması nedeniyle dizinin o insanların anısına yapılmış bir anıt olduğu söyleniyordu. Siz de bundan tam 33 yıl önce yaşanan bu olaya yakın pencereden bakmak, Amerika tarafından şekillendirilen bu anıtı görmek istiyorsanız Chernobyl’i izleyin. Rahatsız olacağınıza eminim ama belki de bu rahatsızlık bugün hala inşaası süren nükleer enerji santrallerinin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatabileceğimiz bir çığlık olur.

*: Konuyla ilgili makaleyi Düşünbil dergisinin Nisan 2018 sayısında yer alan Hamza Celaleddin imzalı, “Politik-Estetik bir inceleme: Filozoflar Neden Öldü?” yazısında bulabilirsiniz.

Yazı ilk olarak Haziran 2019’da, Cine Dergi’de yayınlanmıştır.

Zalim İstanbul’dan Öpücük Açılımı: “Kalbim Değil, Canım İstedi Öpüştüm”

Ekranda eril kültürün yaygınlığı malumunuz. Kadın karakterlerin güçsüz, ağlayan, eve mahkum, çocuk bakan ve erkeğe muhtaç çizimini birçok dizide izliyoruz. Erkeklerin zengin, güçlü, kahraman, koruyan kollayan hali de neredeyse her projede görülüyor. İstisnalar veya toplumsal cinsiyet rollerini bir şekilde yinelese de kayda değer ölçüde eşitlikçi, kısmen iyi örnek diziler de yok mu, elbette var. Bana sorarsanız o kısmen iyi örneklerden birkaçı Kadın, İstanbullu Gelin ve Zalim İstanbul. Bu dizilerin de defektleri yok mu var ki, ona son paragrafta geleceğim.

Zalim İstanbul’un Konusu

Zalim İstanbul, zengin Karaçay ailesinin yanına hizmetli olarak gelen Antakya’lı fakir bir ailenin hikayesi ile başlıyor. Agah Karaçay’ın engelli yeğenine gelin alma isteği, zengin ailenin oğlunun yardımcı kızlardan biri ile sevişmesi ama ablasına aşık olması, fakir ailenin bıçkın delikanlı oğlunun sürekli kavga eder hali dizinin lokomotif akslarının ayaklarını oluşturuyor. Ailesini bir arada tutmak için çabalayan geleneksel bir baba olan Agah Bey, entrikacı karısı Şeniz, internet fenomeni kızı Damla, tam bir playboy olan oğlu Cenk ve engelli yeğeni Nedim ile uğraşırken bir yandan da müştemilata yerleşen ailenin inatçı annesi Seher, doğrucu kızı Cemre, yükselme hırsı olan küçük kızı Ceren, oğlu Civan ve ortalığı karıştıran babaannesi ile başına dert alıyor. Her bölümünde sınıf farkının ve iki aile arası çatışmaların işlendiği dizi ayrıca geçmişte kalan büyük bir sırrı da saklıyor. Ailenin engelli yeğeni Nedim’i camdan atanın Cenk Karaçay olduğu haftalardır saklanarak sır perdesi oluşturuyor.

Ekran yolculuğuna yakın zamanda başlayan Zalim İstanbul’un ilk bölümünü izlediğimde tutacağından emin olmuştum. Fikret Kuşkan gibi oyuncuları, Cevdet Mercan gibi yönetmenleri ne kadar özlediğimizi hatırlatan dizi, elbette senaristi Sırma Yanık’ın imzası ile de fark yaratıyor. Diziyi kaleme almayı uzun zamandır düşünüyordum ama yazmama vesile olan sahne geçen hafta geldi.

Benim Bedenim Benim Kararım”

Dizinin 5. bölümünde yer alan bir sahne uzun zamandır ekranda hasret kaldığımız bir kadın karakterin de müjdesini verdi. Dizinin asi kızı, doğrucu ismi Cemre (Sera Kutlubey canlandırıyor), kendisini zorla öpen Cenk Karaçay’a tokat atıp haddini bildirdikten sonra, genç adamı ailesinin önünde ifşa ederek rezil etti. Susan, kabullenen, tacizci yerine utanan kadınların yanında tacizi ifşa eden, dik başlı ve güçlü bir kadın görmeyeli uzun zaman olmuştu. Ancak bu kadar da değildi. Öpüşmeyi öğrenen Cemre’nin erkek kardeşi Civan, namus bekçisi olarak genç kadının karşısına dikilerek hesap sordu.

Kavganın eşiğine gelinen o sahnede, Cemre öpüşmesinin hesabını kimseye vermeyeceğini tam olarak şu sözlerle ilan etti: “Hiçbir yere kaçıp saklanmıyorum. Öpüştüysem öpüştüm. Kimseye hesap vermiyorum. Duydun mu beni? Öpüştüysem öpüştüm, ne yapacaksın? Sen kimsin de benden hesap soruyorsun. Anam mısın babam mısın? Anam babam olsan kaç yazar? Yaşım kaç benim. Benim hayatım benim, öpüştüysem ben öpüştüm. Benim bedenim! Alıyor mu o kafan! Eğer mesele o olsaydı, benim kalbim derdim ama mesele o değil. Benim kalbim haddini bilmez, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, dünyanın bütün kadınlarını hak ettiğini sanan zengin bebesi bir ukala için atmaz. Duydun mu? Kalbim değil, canım istedi öpüştüm. Şimdi git, bekçilik yapacaksan kendi namusuna bekçilik yap, benimkine değil.”

Aşksız Seksin Ceza Aldığı TV’de Bu Replikler Kayda Geçmeli

Ekranda sadece canı istediği için, kalbi attığı için değil, bir erkekle öpüşen ve bunu ilan eden kadın karakter görmenin ne demek olduğunu bir hatırlatma ile belirtmek istiyorum. 2014 yılında TV2’de yayınlanan Arkadaştan Öte adlı filmin tanıtımları “aşksız seks” nedeniyle, “Arada aşk olmadan cinsel ilişkinin genel ahlak yapısına ters olduğu” gerekçesi ile ceza almıştı. Zaten 2013 sonrası ekranların ciddi düzeyde muhafazakarlaştığı da malumunuz. Hal böyleyken, bir kadının feminizmin sloganı olan “benim bedenim benim kararım” cümlesini bağıra çağıra söylemesi, sadece canı istediği için biriyle öpüşebilmesi bence kayda değer bir mesaj. Avşar Film’e, dizinin yönetmeninden senaristine, oyuncularına kadar tüm ekibine teşekkürü borç biliyorum. Daha çok Cemre’lere ihtiyacımız var.

Dizilerin Tecavüz Gündemi, Kadınların İftira Yarışı

Ancak… Aynı dizide verilen bir mesaj daha var ki, bir dizide daha örneğini görünce altını çizme gereği duydum. Zalim İstanbul’un henüz ilk bölümünde dizinin engelli karakteri Nedim’in saldırısına uğradığını söyleyen hemşire, genç adama iftira atarak ekrana gelmişti. İzlenen kamera kayıtları kadının yalan söylediğini ortaya koymuştu.

Birkaç hafta önce Kadın dizisinde, Şirin saplantılı bir şekilde peşinde dolandığı ablasının kocası Sarp’ın kendisini yıllar önce istismar ettiğini müstakbel sevgilisi Emre’ye söyledi. Aynı Şirin, Sarp’a taciz iftirasında bulunup kavga çıkmasına da neden olmuştu. Birkaç hafta sonra, dizinin 60’ıncı bölümüne geldiğimizde ise Ceyda ve Emre evde kavga ediyordu. Emre’yi evden kovan Ceyda, genç adam gitmek istemeyince açık bir tehditte bulundu: “Gitmezsen bana tecavüz ediyor deyip ortalığı ayağa kaldırırım

Dizilerde yeni furya da kadınların taciz, tecavüz iftirası galiba. Her tecavüz olayında failin aklanmaya çalışıldığı, mağduru suçlamak için bahanelere sığınılan ve en yaygın savunmanın “iftira atıyor” olduğu, hatta faillerin mağdurlara utanmadan iftira davası açtığı bir ülkede bu mesajları verirken dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Hele iki dizinin de senaristleri kadın olduğunda bu hassasiyeti görmeyi umuyorum.

Sevgili Hande Altaylı ve Sırma Yanık nezninde, hem bir sosyoloji mezunu, müstakbel aile danışmanı olarak, bu tür konulardaki sağduyu beklentimi yinelemek istiyorum. Her hafta milyonlarca izleyiciyi ekrana kilitleyen dizilerde, tecavüzün iftira olarak kadının elinde bir silah gibi gösterilmesi çok tehlikeli.

Diziler 150 dakika, haklısınız onca sahnede ne anlatılacak, elbette şiddet yasaklansın demek doğru değil yasaklara karşıyım… Dizilerde gerekiyorsa şiddet de olacak, neticede çatışma yaratmak gerek ama kadının şiddet karşısındaki duruşu da örnek teşkil edecek! Bir de konu yan karakterlerin birkaç dakikalık sahneleri olduğunda, bu hassasiyeti aramanın bahane gözetmeksizin haklı olduğuna inanıyorum. Gerçekten; Ceyda, Emre’yi evden kovarken, “gitmezsen çığlık atarım” dese yeterli olmaz mıydı?

İyi Seyirler…

Yazı ilk olarak Mayıs 2019 sayısında Cine Dergi’de yayınlanmıştır.